Günlerden pazartesiydi. Yollarda araç kalabalığı, normal günlerinkinden daha fazlaydı. Herkes bir yerlere yetişmenin telaşında, sabırsız sürücüler korna çalarak, zik zak çizerek ilerleme arayışındaydılar.

Çocuğu okula bıraktıktan sonra bir börekçiye girip iki gözleme istedim. Gözlemeler hazırlanırken, sırada bekleyen iki kişi aralarında konuşuyor, biri diğerine, “geçen gün börekçiye gelen biri tezgahta bulunan ‘Kürt Böreği’nden almak istiyordu ancak adını söylememek için böreğe takmadığı isim kalmadı” diyordu.

Bu sırada gözlemelerim hazırlanmış ve çay ocağına doğru yol almıştım. Bir süre sonra çay ocağının önüne atılmış masalardan birine geçip oturdum. Henüz sabah saat 08.30 olmasına ve masada kül tablası bulunmasına rağmen kaldırım kenarları sigara izmaritleriyle doluydu. Şehirde yeterli sayıda çöp kovası olmadığı gibi çöplerin, sigara izmaritlerinin kovaya atılması gibi bir alışkanlık da yoktu.

Çayımı yudumlarken şehrin sahipsizliğini düşündüm,
Bingöl'ün içme suyu sıkıntısını, kirli kaldırımlarını, betonlaşan şehri ve beklenen olası Bingöl depremini düşündüm… Depreme hazırlık konusunda çalışmalar çok ağır bir şekilde ilerliyordu, toplanma alanlarının altyapıları hala yapılmamış, söylemler bir türlü eyleme geçirilemiyordu. Olası bir depremde büyük mağduriyetlerin yaşanacağı gün gibi ortadaydı.

Sonra hunharca kesilen ormanları, barajlarla kurutulan akarsuları, bir avcının kurşunuyla can veren dağ keçilerini, uyuşturucu illetini, artan silahlanmayı, vicdansızların elinde can veren savunmasız çocukları, torpille hayalleri çalınan gencecik insanları, körü körüne bağlılıkları, toplumsal çürümüşlüğü, gençlerin yok edilen umutlarını düşündüm…

Yan masadan aniden yükselen müzik sesi düşüncelerimin arasına davetsiz misafir gibi daldı.

İstemsiz bir şekilde kafamı çevirip baktığımda orta yaşlarda görgüsüzün biri son ses müzik dinliyordu, müzik sesi kesiliyor maç sesi yükseliyordu, maç sesi kesiliyor kahkaha sesleri yükseliyordu.

Toplum içinde oturup kalkmasını bilmeyen, bulunduğu ortamda sadece kendisi varmış gibi hareket eden, çöpünü gelişi güzel yere atan, yere tüküren bu tipleri günün herhangi bir saatinde herhangi bir yerinde görmek mümkün.

Eğer siz de bu durumdaysanız; çok çirkin, tiksindirici bir halinizin olduğunu bilmenizi isterim.

Zaman biraz ilerlemişti, yan masaların diğerinde yayılmış üç kişiden biri yüksek sesle telefonda konuşuyor, "Ekip hafta içinde gelecek, sana sıkıntı çıkarmıyorlar, sen de gönüllerini hoş et" diyordu.

Kim, ne için, nereye gidiyordu bilmiyorum ama birilerinin bir şeylere göz yumacağı, birilerinin akşam çocuklarına haram lokma götüreceği gün gibi ortadaydı.

Gazeteye geçip birkaç haber baktım.

İzmir’de 5 çocuğun yanarak can verdiği haber önüme düştüğünde bir kez daha kahroldum.

Bir sonraki günün gazete haberlerini hazırladıktan sonra yurt dışından gelen bir yakınımı aradım, bir AVM’nin kafesinde otururken buldum. Bir sade ve bir sütlü kahve istedik. Kasadaki genç kız, sade kahve için ‘Americano’, sütlü kahveye ise ‘Latte’ diye not düştü, not düşerken de isimlerini vurgulayarak söyledi.

Sade kahvenin Americano, sütlü kahvenin Latte olduğunu öğretiyormuş gibi…

Biri Amerika, diğeri İtalyanca isim olan kahvelerimizi beklerken sabah karşılaştığım manzara geldi aklıma, ‘Kürt Böreği’ne Kürt Böreği diyemeyen memleketimin insanları sade kahveyi Americano, sütlü kahveyi ‘Latte’ diye sipariş alıyorlardı. Üstelik bu isimleri vurgulayarak söylüyorlardı.

Ne de olsa yabancı isimdi, hiçbir sorun olmayacaktı.

Artık akşam olmak üzereydi, gökyüzünden dökülen her damlanın altında ıslanmak için yürüdüm,
Şehrin çöp yığını yollarında, sigara izmaritleriyle dolu kaldırımlarında…

Toprak kokusu aradım her adımda, her yer beton, şehir kaybetmişti tüm duyu organlarını.
Şehir ruhsuz, insanlar ruhsuz, yönetenler duyarsızdı...